Küçük bir eviniz var, belki özenle seçtiğiniz mütevazı eşyalarınız, anılarınız, kaybettiğiniz yakınlarınızdan kalan birkaç parça hatıra…
Beraber yemeğe oturduğunuz bir sofra, çocuklarınızın oyuncakları, eşinizle birkaç fotoğraf duvarda. Küçük ya da büyük, size, ailenize ait bir dünya. Sağda solda, bir kapı uzakta komşular…
Şimdi bir dakika durun ve bunların hepsinin bir anda yok olduğunu düşünün: Komşularınızın ölüm haberi gelirken kaçmak zorunda kaldığınızı. Her şeyi öylece bırakıp kaçmak. Başınızı soktuğunuz o sıcak küçük ev, komşular, çocuklarınızın oyunları… Hiçbiri artık yok. Kendinizi bulduğunuz yer bir inşaat. Kafanızı sokmaya şükretmek zorunda kaldığınız yer. Ne bir eşya ne bir anı. Düşünmesi bile korkunç biliyorum. Libya’da 400 binin üzerinde insan tam olarak bunu yaşıyor. Tabii hayatta kalmayı başardıysa.
Camı çerçevesi olmayan beton bir yapıda, derme çatma kapıların takıldığı, battaniyelerle açık alanların örtülüp soğuktan korunmaya çalışıldığı bir yerde devam ediyor şimdi onların hayatları.
Libya kışı öyle sert geçiriyor ki, biz ne kadar kalın giyinirsek giyinelim üşürken, bu insanların nasıl hayatta kaldığını anlamakta güçlük çekiyorum. Hangi çocukla, kadınla erkekle yan yana gelsem, bana “Nerede yaşıyorsun, nerelisin?” diye sorduklarında, cevap vermeye çekiniyorum. Çünkü özgür ve yaşanır bir hayatımın olması, onların karşısında beni utandırıyor.
Neredeyse hepsi kaçıyor bizden. Korkuyor. Haksızlar mı? Hayır. İlk karşılaştığımız 78 yaşında bir teyze. Ellerinin titremesine mi çırılçıplak ayaklarının üşümesine mi bakayım, hangisine bakıp utanayım bilmiyorum. Elinde 2-3 parça yiyecek, bir de battaniye, üzerine numaraları yazılmış binalardan birine doğru gidiyor. O haliyle 4 kat çıkıyor. Yaşadığı alana giriyor. Yaşadığı alan diyorum çünkü burayı tanımlayabilecek bir kelime yok. Sonra bana dönüp, “Biraz dinleneyim” diyor, zar zor çıkan sesiyle. Merdivenlerden aşağı inerken başka ailelerle karşılaşıyoruz. Yüzleri hiç gülmüyor, hem de hiç. Hiç kimse bir kare görüntüsünün alınmasını istemiyor. Korkan da var utanan da. Haksızlar mı? Değiller.
Çocukları kurtarmak sadece hayal
İnşaat alanında gezerken birkaç çocuk, birkaç genç, sohbet ediyoruz. Ben ayağımda çorap ve kışlık ayakkabımla üşürken, küçücük çocuklar terlikle geziyor. Bazen süper güçleri olsun istiyor insan. Oradaki tüm çocukları, en azından çocukları bir anda dünyanın en güzel yerine yollayabilmek. Sevdikleri oyuncakları, kıyafetleri almak… Kimini futbol maçına götürmek, kimini Sindirella masallarına. Çaresizliğin hissettirdiği bir şey bu, biliyorum. Benimki sadece çaresizlik. O çocuklar da gelmezdi zaten. İnsan çocuk da olsa ailesini bırakıp gelir mi? Bu topraklardakiler gelmez. Onlar tüm kötü ve zor koşulları erken yaşıyor, her şeye rağmen ailelerine sarılmayı erken öğreniyor.
Toz toprak birbirine karışmış, sağlıksız koşulların tarif edilemeyeceği kadar fazla olduğu, yaşamın ilerlemesinin neredeyse mümkün olmadığı bu yerde, 2 kişiyle tanıştım. Kristiana ve Emmanuel… 2016 yılında Nijerya’dan İtalya’ya kaçmak isterken yakalanmışlar. Sonra rotayı Libya’ya çevirmişler. 5, 7 ve 9 yaşlarında 3 çocukları var. Emmanuel, “Libya’da yaşadığım yerde kalsaydım, Hafterciler beni de kendi aralarına almaya zorlayacaktı” diyor. Sonra devam ediyor; “Karımı, annemi, çocuklarımı aldım ve kaçtım. Buraya geldim. İnsanları öldürenlerle beraber olamam.”
İşte Hafter’in terörle mücadele iddiasının arkasında, koca bir gerçek olarak duruyor bu insanlar, saldırılarında ölen insanlar kadar büyük bir gerçek. Tıpkı Harp Akademilerinde ölen gencecik öğrenciler kadar gerçek. O saldırılarda ölen, masum erkekler, kadınlar, yaşlılar kadar gerçek.
Dünya Libya’yı konuşurken, petrol gelirlerinin eşit dağılımı konuşulurken, darbeci Hafter’in saldırıları sürerken, terörle mücadele ettiğini iddia ederken, Libya’da bunlar yaşanıyor. Hafter’in saldırıları nedeniyle Libya halkı ölüyor, evinden barkından oluyor, göç ediyor, sağlıksız koşullarda, soğukta yaşam mücadelesi veriyor. Çocuklar gülmüyor, büyükler umutlanamıyor. En kötüsü de herkes korkuyor.